Üstad Hazretleri, Mesnevi-i Nuriye'deki meşhur Katre Risalesinin Mukaddeme'sinde, kırk sene ömründe ve otuz sene tahsilinde öğrendiği külli kaidelerden bahsederken bunlardan birinin Manâ-yı Harfî olduğunu söylüyor.
Mana-yı Harfî, ya da günümüz nesilleri için Bağıl Değer. Bir şeyin değerinin kendisinden değil de, ait olduğu bütünden gelmesi. Bir harfin kendi başına bir anlam ifade etmemesine karşın, kelime içinde değer kazanması. Bir gözün sadece canlı bir vücutta güzel görünmesi; işaret parmağına değil, onun işaret ettiği şeye bakılması. Esasta, yaratılmışa bakılıp, onu Yaratan Zât'a dikkatlerin çevrilmesi manasında, bir müminin düşünme yaklaşımı.
Onu zıt anlamlısı, Mana-yı İsmî, yani her şeye kendi açısından bakılması, arkasında olup bitenden, yaratılış hikmetinden, onu tasarlayıp üretenden bahis açılmaması, her şeyin sadece ve sadece beş duyuya bakan yönleriyle ele alınması.
Birçok risalede olduğu gibi bunlar da sehl-i mümteni, yani kolay görünen, ancak benzeri söylenmeye kalkılınca zor olduğu anlaşılan, özlü sözler. Çünkü ilk bakışta hemen okunup geçilecek, 'tabi ki öyle' denilip, daha derin manaları içeren başka yerler aramaya insanı sevk edecek bir cümle görünümünde.
Halbuki, görüntü böyle algılansa da, Üstad'ın konuyu takdimi bunun aksini söylüyor. Zira, Mana-yı Harfî ve diğer kaideleri, neredeyse bütün hayatının özeti olarak önümüze koyuyor ve tabir caizse ülfetten nasırlaşmış dikkatlerimizi onlara yeniden çekiyor ve 'tekrar bakın; o kadar da basit değil. Teenni ile düşünün' dercesine kırk yıl ömür ve otuz sene tahsilin, küçücük 'dört kelime ve dört kelama' sıkıştırılmış halini bir hap gibi, ilaç gibi, konsantre şurup gibi dimağlarımızın sindirim sistemine bırakıyor ya da bırakmak istiyor.Peki gerçekten de Mana-yı Harfî meselesi o kadar önemli mi? Ya da şöyle soralım, insanlar mana-yı harfi kaidesini fikir hayatlarının her alanında uyguluyorlar mı? Yoksa, genelde bu mesele es mi geçiliyor? Hatta sadece inançsızlar mı mana-yı ismîyle bakıyorlar kainata? Eğer biz müminler isek, bizim mana-yı harfîyi görmediğimiz durumlara eğilmek, bizim için, inançsızların mana-yı ismîyi esas aldıkları durumlara nazar etmekten daha öncelikli gelir diye düşünüyorum.
Öyleyse gelin birlikte mana-yı harfiyi gözden kaçırdığımız konulardan birkaç örnek verelim:
Fig 1. Doğru manâlardan birkaç örnek |
Efendimiz (SAV): Peygamberimiz (SAV) her ne kadar 'gaye ölçüsünde vesile' ise de yine de ona mana-yı harfîyle bakmalı. Öyle olmazsa Hıristiyanlar'ın Hz. İsa'ya manayı ismiyle baktıklarından dalalete girmeleri gibi, Yahudiler'in Hz. Üzeyr'e öyle bakmaları ve bazı mezhep mensuplarının Hz. Ali'ye, bazılarının da insana ilah olarak bakmaları gibi sapık düşüncelere girme ihtimali söz konusu olur.
Burada istidradi olarak Hz. Ömer'in Hacer-ül Esved'i öperken söylediği 'seni Efendimiz (SAV)'in öptüğünü görmeseydim, vallahi seni öpmezdim' sözüne de değinelim. Burada Hz. Ömer'in Hacer-ül Esved'e mana-yı harfiyle bakıyor ve onun öpülebilirliğini, Efendimiz (SAV)'e bağlıyor. Ancak bunu yaparken, Efendimiz (SAV)'e mana-yı ismiyle yaklaştığı düşünülmemeli, zira Efendimiz (SAV) Kur'an'ın ifadesiyle 'Kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor.' Onun konuştuğu şeyler 'Kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.' (Necm Suresi).
Büyüklerimiz: Büyüklerimizden kasıt, hidayetimize vesile olanlar, bir hizmette başarılı olanlar, Hocaefendilerimiz, Üstadlarımız, ve benzeri muhterem zevat. Bunlara da bazan olduğundan fazla değer vermekle, onlara mana-yı ismîyle bakma yanlışına düşebiliyoruz. Bilmemiz gereken odur ki, onlar sadece bir vesile. Zât-ı Hâdî'nin hidayetinin perdeleri mesabesindeki, paylarına düşen şey sadece Allah'a karşı sorumluluklarını yerine getirmedeki hassasiyetleri olan, mana-yı harfîyle bakıldığı müddetçe elleri-ayakları öpülesi değerler.
Nefis: Bana öyle geliyor ki bunların en gizlisi insanın kendine manayı ismi ile bakması. İnsan çoğu zaman kendi iç dünyasına bakmıyor. Baktığı zamanlarda da genelde sadece kendisini görüyor ve bu onu Rabb'ini unutmaya sevk ediyor. Halbuki insan kendisine baktığında ne kadar aciz, fakir, muhtaç olduğunu bilse, ayrıca kendisindeki güzelliklerin sahibini, onların geçici ve birçok kayıtla mukayyet olduğunun şuuruna varsa o zaman kendisine bir kul olarak bakacak, ve gerçek değerini bularak, kendini Yaratan'a da gerekli saygıyı göstermeye çalışarak değerini artırmaya çalışacak. Yoksa sürekli 'ben benim; Sen, Sen'sin' diyen bir nefsin, 'Sen Rabb-i Rahîm'imsin; ben ise senin aciz bir kulunum' demesini beklemek pek de mümkün olmaz.
Hizmetler ve İbadetler: Hizmetlere, ibadetlere, yapılan güzel işlere de mana-yı ismîyle bakılmaması gerekir. Çünkü hizmet etmek dahil, ibadetlerin tümü, emr-i İlâhî ile ve ondan dolayı yapılır. Maksat Allah'ın rızasının tahsilidir. Bir insanın yaptığı ibadetleri, Allah rızası, emre itaat ve kulluk şuurunu ifadeye yönelik yapılmıyorsa, riya ve süm'a'dan da öte, sadece şeklen yapılıyorsa da mana-yı harfîyle bakılmıyor demektir onlara.
Başarılar: Yapılan işlerde, gerek manevi alandaki görevler, gerekse maddi alandaki görevlerdeki başarılar da mana-yı harfî ile bakılması gereken şeylerdendir. Mesela, bir hatibin, verdiği hutbelerden sonra insanlardaki iyileşmelere, kendi hitabet gücünün eseri olarak bakması bu kabil hatalardandır. Bir doktorun, iyileşmesine vesile olduğu hastaların sayısını kendi hazıkıyetine bağlaması; bir hayır kurumu görevlisinin, insanlara ulaştırdığı yardımlarla tavır ve davranışlarında üstten bakıcılığa yönelmesi, hep bu tür ihsanlara mana-yı ismî ile bakmaktan kaynaklanan yanlışlardır. Bu yanlışlar, insanı bencillikten kibre, oradan da şirke kadar uzanan bir çizgideki hezeyan ve sapıklıklara itebilecek şeytani düşüncelerdir.
Hizmetler ve İbadetler: Hizmetlere, ibadetlere, yapılan güzel işlere de mana-yı ismîyle bakılmaması gerekir. Çünkü hizmet etmek dahil, ibadetlerin tümü, emr-i İlâhî ile ve ondan dolayı yapılır. Maksat Allah'ın rızasının tahsilidir. Bir insanın yaptığı ibadetleri, Allah rızası, emre itaat ve kulluk şuurunu ifadeye yönelik yapılmıyorsa, riya ve süm'a'dan da öte, sadece şeklen yapılıyorsa da mana-yı harfîyle bakılmıyor demektir onlara.
Başarılar: Yapılan işlerde, gerek manevi alandaki görevler, gerekse maddi alandaki görevlerdeki başarılar da mana-yı harfî ile bakılması gereken şeylerdendir. Mesela, bir hatibin, verdiği hutbelerden sonra insanlardaki iyileşmelere, kendi hitabet gücünün eseri olarak bakması bu kabil hatalardandır. Bir doktorun, iyileşmesine vesile olduğu hastaların sayısını kendi hazıkıyetine bağlaması; bir hayır kurumu görevlisinin, insanlara ulaştırdığı yardımlarla tavır ve davranışlarında üstten bakıcılığa yönelmesi, hep bu tür ihsanlara mana-yı ismî ile bakmaktan kaynaklanan yanlışlardır. Bu yanlışlar, insanı bencillikten kibre, oradan da şirke kadar uzanan bir çizgideki hezeyan ve sapıklıklara itebilecek şeytani düşüncelerdir.
Var edilmişlere mana-yı harfîyle bakmamakla sadece kendi itikadımızı tehlikeye atmıyor, ayrıca onların hoşnutsuzluklarını da celbediyoruz; zira, bir kumandanın taktik ve stratejilerini görmezden gelip, tüm muvaffakiyeti tek bir nefer-i asil'e vermek nasıl o neferi utandırır, sıkar ve rahatsız eder, hem de kumandanın cezasını gerektirir; aynen öyle de mevcudata mana-yı ismîyle baktığımızda da onların nefretini ve Sahib-i Hakiki'nin mücazatını hak ediyoruz demek olur.
***
Yeniden Üstad hazretlerinin, bu konuyu hayatını özetleyen hususlardan olarak sunmasına dönersek, bunun bir abartma olmadığını, aksine birçok kaynağın aynı şeye işaret ettiğini söyleyebiliriz. Birkaç örneğe beraber bakalım:
İlk olarak Kur'an-ı Kerim'e bakalım. Baştan sona bu manayı çağrıştıran ayetlerle dolu olan Kur'an'ın ilk emri olan 'Oku!', 'Yaradan Rabbinin adıyla' kaydı altında veriliyor.
Saniyen, bir hadis-i şeriflerinde, Efendimiz (SAV), alışverişi bile kendi adına yapma diyor. Nimetin Allah'tan geldiğini bilirsen, evin için aldığın şeyler bile sadaka hükmüne geçer buyuruyor.
Kur'an ve hadisten örnekleri vermekle bitiremeyiz. Bu nedenle, arife tarif gerekmez deyip diğer örneklere geçelim.
Birinci söz sadece Besmele'nin öneminden bahsetmiyor; birçok şeyi izahla birlikte mana-yı ismi'ye karşı bir set çekiyor. Bitkilerden, hayvanlardan alıyor, onlardaki harikaları Rabb'e intisaba bağlıyor; kudret mutfaklarından bahsediyor, orada da mana-yı ismi olamayacağını, Rabb'e bağlanmazsa sebep sonuç ilişkisinin bu kadar karmaşık bir yapıyı yaratamayacağını anlattıktan sonra insanın fiillerine getiriyor meseleyi ve diyor ki ey insan, sen de yaptıklarını kendin yapamazsın. Allah'a dayan, onun adına başla, işle diyor.
Hocaefendinin bütün eserleri, hususan son zamandaki konuşmaları özellikle hep buna karşı. Ben demeyin diyor, biz bile demeyin; sadece O (c.c.) deyin diye tabir caizse gürül gürül vicdanlarımıza sesleniyor.
Yunus da bu konuya değiniyor, ilim kendin bilmektir diyerek.
Netice-i kelam, 12. Sözdeki filozofun Kur'anın Kur'an olduğunu bilmeden yaptığı yorumların yanlışlığı gibi sen de kendi hakikatini bilmeden yorumlarsan, ya hayvan dersin, ya maymun dersin, ya da Ene ene der ancak bir türlü O'nu bulamazsın.
Burada aklıma takılan bir konu var: Hz. Ali'nin bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum demesinin bununla bir bağlantısı olabilir mi?
İlk olarak Kur'an-ı Kerim'e bakalım. Baştan sona bu manayı çağrıştıran ayetlerle dolu olan Kur'an'ın ilk emri olan 'Oku!', 'Yaradan Rabbinin adıyla' kaydı altında veriliyor.
Saniyen, bir hadis-i şeriflerinde, Efendimiz (SAV), alışverişi bile kendi adına yapma diyor. Nimetin Allah'tan geldiğini bilirsen, evin için aldığın şeyler bile sadaka hükmüne geçer buyuruyor.
Kur'an ve hadisten örnekleri vermekle bitiremeyiz. Bu nedenle, arife tarif gerekmez deyip diğer örneklere geçelim.
Birinci söz sadece Besmele'nin öneminden bahsetmiyor; birçok şeyi izahla birlikte mana-yı ismi'ye karşı bir set çekiyor. Bitkilerden, hayvanlardan alıyor, onlardaki harikaları Rabb'e intisaba bağlıyor; kudret mutfaklarından bahsediyor, orada da mana-yı ismi olamayacağını, Rabb'e bağlanmazsa sebep sonuç ilişkisinin bu kadar karmaşık bir yapıyı yaratamayacağını anlattıktan sonra insanın fiillerine getiriyor meseleyi ve diyor ki ey insan, sen de yaptıklarını kendin yapamazsın. Allah'a dayan, onun adına başla, işle diyor.
Hocaefendinin bütün eserleri, hususan son zamandaki konuşmaları özellikle hep buna karşı. Ben demeyin diyor, biz bile demeyin; sadece O (c.c.) deyin diye tabir caizse gürül gürül vicdanlarımıza sesleniyor.
Yunus da bu konuya değiniyor, ilim kendin bilmektir diyerek.
Netice-i kelam, 12. Sözdeki filozofun Kur'anın Kur'an olduğunu bilmeden yaptığı yorumların yanlışlığı gibi sen de kendi hakikatini bilmeden yorumlarsan, ya hayvan dersin, ya maymun dersin, ya da Ene ene der ancak bir türlü O'nu bulamazsın.
Burada aklıma takılan bir konu var: Hz. Ali'nin bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum demesinin bununla bir bağlantısı olabilir mi?