22 Mayıs 2012 Salı

Vermeyi İstemeseydi, İstemeyi Vermezdi

Vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi ifadesi, Rabbim'in bize verdiği şeyleri hangi hikmetle vermiş olacağını düşünmeme kapı açmıştı.

Bir süre önce bu ifadeyi başka bir şekilde anladım. Şöyle ki, Rabbimiz bizden vermemizi istiyor, kendi yolunda. Biz de hem vermeye çalışıyor, hem de çevremizdekilere de vermelerini salıklıyoruz.

Böyle bir maksada matuf birkaç arkadaşla konuşurken, "istiyoruz vermiyorlar," ya da "istesek de vermez" gibi sözler duyunca aklıma bu vecize geldi. "Eğer vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi. Madem bize istemeyi vermiş, biz de isteyelim ki, insanlar da versinler" deyince, hepimizi şaşırtan bir tevriye ortaya çıkmış oldu. 

Demek ki sadece vermek değil, başkalarının da vermesine vesile olmaya çalışmak gerek. Yani Allah (c.c.) için istemek gerek. Çünkü vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi. Madem istemeyi vermiş, biz de insanlardan isteyelim ki Rabbimiz de onlar vasıtasıyla versin.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

İkinci Şua Üçüncü Meyve: Gafleti Dağıtacak Bir İntibah-ı Ruhi

Gafleti Dağıtacak Bir İntibah-ı Ruhi
Bir zaman yüksek bir dağ başındaydım. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam mânâsıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fenâ ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü.

İkinci Şua'nın Üçüncü Meyve'sini okumaya devam ettiğimiz zamanlarda, teenni ile okuma sırrınca her meseleyi anlama gayreti içinde olmak gerektiği düşüncesi, bu gayrete Yüce Mevla'nın lutfettiği mana açılmaları ile daha da bir şevk bulmaya başlamıştı, lillahil hamd. Başlamıştı başlamasına ama, her bir kapalı mana için de teenninin ucunu kaçırmamak gerekiyordu. Yani her bir mesele ciddi bir düşünce cehdi gerektiriyordu.
İşte bu cehdi isteyen ifadelerden bir başkası, serlevha yapılan cümledeki, "gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhi" ifadesi idi. Yine birçok başka ifade gibi bu da üzerinden geçilegelen bir tümceydi ancak biraz dikkatle bakınca bu halin ne olduğunu anlamak gerektiği de hissediliyordu. Evet, Üstad Hazretlerinin kendi seviyesinde gaflet diye tanımladığı hali dağıtabilecek bir intibah-ı ruhi ne olabilirdi?
Öncelikle Üstad'ın gafleti ne olabilir sorusuna cevap arayalım. Gaflet, kelime manası itibarıyla uyku veya aymazlık demek. Istılah (terim) manası ise kulun Rabb'in emir ve yasaklarından uzaklaşıp, nefsin güdümüne girme gibi bir manaya geliyor. Üstad hazretlerine hüsn-ü zannımız bir yana, seksen küsür yıllık mübarek hayatının da şehadetiyle bizim gibi avamın gafleti olmayacağını düşünerek, bunun olsa olsa, biraz köşeye çekilip artık kendini inziva ile ibadet-ü taate salma, hayatın içinden biraz da olsa geriye adım atıp, şahsi kemalat ile meşgul olma düşüncesinin, Üstad'ın ufkunda geçici bir bulutlanma meydana getirmiş olabileceği kanaatine varıyoruz. Bizim gibiler için bir seviye atlama sayılabilecek bu tür bir düşünceyi, Bediüzzaman ayarındaki zevat kendileri için bir fikir kayması kabul etmiş ve kendilerini sıyırdıklarında hemen istiğfara girişmişlerdir.

Peki Üstad hazretleri bu 'gaflet'ten nasıl kurtuluyordu? Serlevha'daki ifadeden bunun evvelâ bir rabıta-i mevt merkezli bir tefekkür olabileceğini çıkarabiliriz. Zira Üstad, gafletini dağıtan intibah-ı ruhi vasıtasıyla kabir ve ölümle ilgili müşahadelerde bulunduğunu ifade ediyor. İhlas risalesinde de önemle belirttiği gibi rabıta-i mevt, yani ölüm hakikatinin sürekli hatırda tutlması haliyle yaşama ya da hayatı ölüm hakikatine göre düzenleme, ihlası kazandıracak sebeplerin başında geliyor. Bu da bid'at falan değil, doğrudan Efendimiz (SAV)'in nurlu beyanlarından alınmış bir yöntem. Dolayısıyla yorum bile değil; gerçeğin ta kendisi.

Akla gelen bir başka ihtimal de bahsi geçen gaflet dağıtıcının 'namaz tesbihatı' olabileceği yönünde. Üstad hazretleri, Emirdağ Lahikası başta olmak üzere eserlerinde Risale-i Nurun ekser hakikatlerinin namaz tesbihatı sırasında görünür olduğunu belirtiyor. Buna ek olarak namazIarın ardındaki "Sübhanallah", "Elhamdülillah" , "Allahu Ekber’in" de hikmetini nazara veren 9. Söz; sabah ve akşam namazındaki kelime-i tevhid'in okunması sırasında ilham olunan 20. mektupta; "elfü elfi salatin..." lerin bir meyvesi olan 28. Lem’a daki güzel bahis ve benzeri birçok risale tesbihatın önemini anlatıyor bizlere.

"Peki hangisi?" diye soranlara "Neden ikisi birden olmasın?" desek acaba haddi tecavüz sayılır mı? Biri birine engel değil aksine destek olan, birincisi hayatın her anında, ikincisi günde en az 5 defa gündemimizde olması gereken bu iki dinamiği herhalde hayatımızın her köşesine işlemek bizlerin de gafletten Allah'ın inayetiyle kurtulmamıza vesile olabilir diyebiliriz.

Elbette bunu derken, çevremizde gaflette olduğunu gördüğümüz (!) insanlara bunları dayatalım dememek gerekir. Başkasının gaflette olduğunu görmek su-i zannına girmeden, emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker vazifesi yapmak istiyorsak, bunun için uygun zaman, zemin ve yöntemi ayrıca düşünüp istişare etmek gerekir, ki bu yazının kapsamı dışında kalır.

Yazımızı bir namaz kaçırdığı için üzüntüsünü ancak nazmıyla ifade edebilen Sultan 3. Murad'ın şiiriyle bitirelim. Rabbimiz bizi gafletten muhafaza buyursun:

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır, inan.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dill-u dillerince tesbihe başlar
Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Semâvâtın kapuların açarlar.
Mü’minlere rahmet suyun saçarlar…
Seherde kalkana hülle biçerler.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Bu dünya fanidir sakın aldanma.
Mağrur olup tac-u tahta dayanma.
Yedi iklim benim deyu güvenme.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Benim, Murad kulun, suçumu affet.
Suçum bağışlayub günahım ref’ et.
Rasûl’ün sancağı dibinde haşret.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

İkinci Şua Üçüncü Meyve: İlahi Defineler ve Kainatın Hazineleri

İlahi Defineler ve Kainatın Hazineleri
İnsanın en kıymetdar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhid ile olsa, o  akıl,  hem  İlahî  kudsî  defineleri,  hem  kâinatın  binler  hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur.
 

Yukarıdaki ifadeyi ilk okuduğumda "elbette" deyip geçtim. "Elbette akıl İlahi kudsi defineleri ve kainatın binlerce hazinelerini açardı". Sonra aklıma takıldı, gerçekten neydi sırr-ı tevhid ile aydınlanan aklın açtığı bu hazineler? Düşündüm ama uzun süre bir şey bulamadım. Men talebe ve cedde vecede; isteyip ciddiyet gösterenler ancak aradıklarını bulurlardı.
Sonra düşünmeyi bırakmamak gerektiğine kani olup, Rabbimden bu manaları bana açmasını talep ettim. Böyle yaptım falan derken de kendimi anlatmış olmaktan endişe ediyorum. Sadece hem olayın nasıl geliştiğini hikaye edeyim, hem de eğer doğru şeyi yapmışsam, örnek olsun diye söylüyorum.
Her neyse, doğrusunu elbette Rabbim bilir, ancak benim aklıma gelen ilahi defineler ve kainattaki hazineler şöyle oldu:
Sanatlılık: Kainattaki her bir şey olağanüstü sanatlı olarak yaratılmıştır. Her gün görüp alışkanlık belasıyla fark etmediğimiz yaratılıştaki sanat, gizli değilmiş gibi görünen ancak araştırıldıkça, dikkat edildikçe artan derinlik ve yoğunlukta bizi hayrete çevirmesi gereken bir ilahi define ve kevni (kainata yerleştirilmiş) bir hazinedir.
Sanatlılığın örneklerini herhalde saymakla bitiremeyiz. Benim gibi sanat deyince resim, müzik ve sunumdan başka pek de bir şey anlamayan birinin bile gözünden kaçmayan bazı misalleri paylaşayım.
Örneğin, altın oran. Kainatın her yerinde kodlanmış olduğu görünen bu oran, hemen herkesin ortak kanaatiyle, uyum açısından en doğru değerleri verir. Bu yönüyle kevni bir hazine olan altın oran, hemen her mevcutta kodlanmış olmasıyla, bütün mevcudatın Yaratıcısı'nın yegane bir zat olduğunu insaf sahibi gözlere göstermesiyle de bir ilahi definedir. Çünkü, eğer böyle bir kod, kainatın her yerinde aynı oranda mevcutsa, bunu kainatın her yerindeki yaratmaları yapan Zat'ın koyduğunu görmek gerekir. Bunu görmeyenler, ya tabiatın bu kadar mahir olduğunu sanıyorlar, yani dünyanın merkezindeki bir atomun, kainatın ta öbür ucundaki bir başka dev bir nebula ile sanki fikir birliği yapıp, bu orana sahip olmayı kararlaştırdıkları gibi bir zehaba kapılmışlar; ya da, "tesadüfe bak" deyip, tesadüf hesaplamalarının nasıl işlediğini hiç mi hiç düşünmeden, tesadüfe süper bir akıl yakıştırmış oluyorlar.

Başka bir örnek, renk mucizesi. Çevremizdeki varlıklara baktığımızda, hepsinin çeşitli renklerde yaratıldıklarını görür ve bunu zevkle müşahade ederiz. Her gün görmeye alışık olduğumuzdan, bunu hakmış gibi görürüz ancak şöyle bir tefekkür ettiğimizde, bırakın renklerdeki mucizeyi, renklerin kendisinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu görmemiz gerekir. Düşünsenize etrafınızdaki her şeyin renksiz olduğunu. Ne olurdu o zaman? Ya her şey siyah, gri veya beyaz olacakti (ışığın durumuna göre - ki bunların da renk olduğunu kabul ediyorsanız o zaman iş iyice sarpa sarar), ya da her şey şeffaf olacak, ve bir şeye baktığımızda başka bir şeyi de görecek, neye baktığımızla neyi gördüğümüzü anlayamayacaktık. 
Ayrıca, renksiz bir dünyada yaşamak da çok zor olacaktı. Mesela elimizi bir yere uzattık; oradaki çıplak kablonun rengini, çıplak olmayan kablonun renginden ayırt edemezsek, bozulmuş gıdayla bozulmamış gıdayı seçemezsek, cildimizdeki kızarıklığı fark edemezsek, yaşamak acı çekmekten başka bir anlama gelmeyecekti.
Sonra, renksiz bir dünyada yaşamanın ne kadar sıkıcı olduğunu anlatmaya gerek var mı? Gökyüzünün mavisini, bembeyaz yağan kar tanelerini, kırmızı gülü, mor sümbülleri, eşinin ya da çocuğunun gözlerini zevkle seyreden biri, renksiz bir hayatı tarif de tahayyül de edemez.
Renklerle terapiyi, renklerin pazarlama ya da duyguları ifade aracı olarak kullanılmalarını, hatta renkli televizyonlar piyasaya ilk çıktığındaki heyecanı(!) anlatmaya gerek bile görmüyorum.
Demek ki eşyanın renklerle donatılması bir tercihtir ve bu tercihi yapan da eşya değil, onu Yaratandır. Renklerin bununla kalmayan genişlikteki güzellikleri de yine kevni birer hazine olduğu gibi, renklerin sayısız denebilecek sayıda tonda yaratılmış olması, her bir mevcuda giydirilen renklerin mükemmel uyum içinde olması, ve rengin, bir insan ihtiyacını gidermesi de bütün bunları yapan Zat'ı göstermesi açısından bir ilahi definedir. Çünkü, sonsuz sayıdaki rengi yaratmak için sonsuz bir ilim ve kudret gerekir, her bir rengi bilmeyen, o rengi yaratamaz; renklerin uyumu da böyledir. Hangi rengin hangi renkle eşleşince insanın gözüne güzel geldiğini, yalnızca hem renklerin hem de insanın Yaratıcısı olan Zat bilebilir. Yine ancak o Zat'tır ki, hem yarattığı insanın renk ihtiyacını bilsin, hem de o ihtiyacı giderecek renkleri yaratsın.

Herhalde bu konuda vereceğimiz örneklere bir son getiremeyiz. Başka birkaç örneği ayrıntıya girmeden sıralayalım:
Görüntülü araçlar (TV, kamera, vb.) görüntü aktarımında kullanılırlar. Bunların yapabildikleri şey, var olan bir şeyin görüntüsünü aktarmaktır. Ne var ki, bu araçların kaliteleri, gösterdikleri nesneyi gerçeğe uygun sunabilmeleriyle doğru orantılıdır. Yani bir televizyon gösterdiği yüzleri ne kadar gerçeğe yakın gösteriyorsa o kadar kaliteli addediliyor. Yani gösterdiği imaj Allah'ın (c.c) yarattığı varlığa ne kadar yakınsa o kadar kaliteli, gerçek sanatın ne kadarını aktarabiliyorsa o kadar gelişmiş sayılıyor.

Simetri ayrı bir örnek, ya da Kur'ani ifadeyle, bir ayet. İnsan yüzündeki, kelebeklerin kanatlarındaki, veya bir yapraktaki simetri, yalnızca bunları simetrik olarak yaratma iradesinin bir ürünü olabilir. İşin bu yönü İlahi bir define olduğu gibi, simetrinin sadece insan açısından vücudun doğru çalışması, daha kolay kontrol edilmesi ve daha iyi performans göstermesi gibi faydaları da kevni hazinelerden bazıları.

Ya da çok yüzeysel bir nazarla bakılsa da görülebilecek güzelliklerden, meyvelerin şekil ve renkleri, günbatımının verdiği huzur, bir kaplanın çizgilerindeki uyum, ve benzeri sanatlılıklar, tesadüf ya da tabiatın bu harikaları meydana getirmede yetersiz kaldığını ilan etmekle birlikte, onları yaratanın bütün güzelliklerin sahibi bir Zat olduğunu insaf sahibi bakışlara ispat ederler.
Yukarıda okyanuslardan bir molekül nispetinde verdiğimiz örneklerden yola çıkarak, inanmayanın inanmama hakkını teslim edip onu inanmamasıyla başbaşa bırakalım, inanan insan için bunun nasıl bir nimet olduğuna bakmaya çalışalım.
İnanan insan, sırr-ı tevhid ile, yani özetle, Allah'ın tek olduğunu, başka ortağı olmadığını, buna ihtiyacı da olmadığını idrak ile, kainattaki define ve hazinelerden sanatlılığı anlamaya başlamış olsun. Elbette bu insan, çevresindeki sanatlılığı hem temaşa, hem de zevk ederek hem de ondan istifade ederek dünya hayatında minik bir cennet yaşayacak, dünya hayatının Allah'ın güzel isimlerine ayine olma hususiyetlerini görüp gerçek cennetine de zikir, fikir ve şükür ile daha layık hale gelmeye çalışacak. Ancak bunun ötesinde, sırr-ı tevhid ile, bu kadar sanatlı yaratılan kainatın en güzel biçimde (ahsen-i takvim ile) yaratılanın kendisi olduğunu dolayısıyla Allah katındaki kıymetini anlayacak, kendisi için şu kısacık dünya hayatını ve şu ölümlü kainatı böylesine sanatlı yaratan Zat'ın elbette ebedi hayat için ve ebedi bir mekanda çok daha harika ve akıl almaz güzellikleri yaratacağına olan va'dini hatırlayacak ve ona imanını tazeleyecek, ve o Yüce Sanatkar'ın sanatını bu dünyada hayret ve hayranlıkla temaşa ederek rızasına nail olma yolunda koşturup duracak ve dünyevi başka hiçbir beğeninin kendisine bahşedemeyeceği bir tatmin hissiyle ömrünü biteviye coşkun duygularla bezeyecektir.

Rabbimizin bizleri bu duygularla coşturması temennimizle...

Attan İnene Kadar Kur'an'ı Hatmedenler

Okuduğum menkıbe kitaplarında bazı büyük zevatın, ki bunların içinde Hz. Osman'ın da olduğunu sanıyorum, attan inene kadar Kur'an-ı Kerim'i hatmettiklerini görmüştüm.

Bunun nasıl mümkün olacağıyla ilgili o zaman aşağıdaki iki ihtimal aklıma gelmişti:
  • Bast-ı Zaman: Bu zatlar, Allah'ın (c.c) izin vermesiyle, zamanda genişlik yaşamışlar; attan inme gibi kısa bir zaman onlar için Kur'an'ı hatmedecek kadar genişlemiş, onlar da hatmetmişler. Bast-ı zaman hadisesini rüyalardan biliyoruz, uzunca bir rüyayı birkaç saniyede görebiliyoruz. Demek ki bast-ı zaman diye bir şey var.
  • Burada kastedilen Kur'an'ı hatmetmiş kadar sevap kazanmaktır. Yasin'i 2 kere, İhlas suresini 3 kere, Nasr suresini 4 kere okuyanlara Kur'an'ı hatmetme sevabı verildiğine dair bilgiler var kaynaklarda. Bu da olabilirdi.

Ama nedense afakı düşünmekten enfüse geçememiştim. Yani o büyüklerin bunu nasıl yapmaya vakit bulduklarını düşünmekten, bunun benim için ne anlama gelmesi gerektiğini düşünmeye başlayamamıştım.


Geçenlerde kendimde oturtmasını Rabbim'den istediğim bir alışkanlığı kazanmaya çalışırken bu konu aklıma geldi. Rabbim'den bende namaz sonrası tesbihatları oturtmasını istiyordum. Şükürler olsun, ve inşallah istidrac değildir, Rabbim bana tesbihatların çoğunu yaptırıyor, ve tesbihat yapmanın aslında o kadar da zor olmadığını bana hissettiriyor. Şöyle ki, eskiden bir namazın tesbihatını yapmak için uzun bir zamana ihtiyacım olduğunu sanır, o kadar uzun zaman bulamayınca (ki bu çoğu zaman oluyordu) tüncina'yı okuyup namazdan ayrılırdım. Sonra baktım ki, acelem olan namazlarda, namazdan sonra mesela seccadeyi toplarken Ayet-el Kürsi'yi bitirivermişim. Ayakkabılarımı giyip çıkana kadar tesbihler yapılmış (hem de öyle Subhanallah derken sub sub değil yani), asansörden inene kadar dua yarılanmış, otobüse binene kadar tehliller, salevatlar, ism-i azam duası bitirilmiş oluyor. Dışarıdaki görüntülerin zihnimi çeldiği zamanlar ism-i azam duası otobüste bitmek durumunda oluyor ancak zararı yok. Ardınan aşr-i şerifi de okudum muydu benden iyisi olmuyor.


Rabbim'e hamd-ü senalar olsun, şimdi büyük kısmını, lafzi de olsa, yaptığım tesbihatların eksikliğini, eskiden, bağların kopuk olduğu şekline yorumluyordum. Şimdi ise en azından telaffuz düzeyinde de olsa yaptırılıyorum. Ve bu çok da fazla zaman almıyor.


İşte şimdi mezkur "attan inene kadar hatim" meselesi benim için daha anlamlı hale geldi. Şimdi ulaştığım sonuçlar ise şöyle:
  • Büyükler, tesbihatları adetleri olduğundan çabucak bitirebiliyorlar; benim gibi sifir bir insan bile tesbihatını yapabiliyorsa, onların hatmetmesi hayal değil. Ya da enfüsi bir nazarla, onlar yapabiliyorsa biz de kendi istidadımız ölçüsünde benzerini yapabiliriz.
  • Attan inerken tabiri mecaz olabilir. Yani insanın iş yapılacak vakit olmadığını düşündüğü zamanların iyi değerendirilebileceğini ifade eden bir mecaz olabilir. Attan inme sadece karakteristik bir benzetme ve bu gibi zamanları kullanarak hatim yapıyor olabilirler. Afaktan enfüse geçecek olursak, biz de zamanımız yok diyerek birçok vazifemizi geçiştiriyoruz. Demek ki biz de her boşluğu değerlendirebiliriz.
  • Tesbihatı ve/veya zikirleri aksatmaya bahane yok.
Rabbim bize zamanını iyi değerlendirme bilincini ihsan etsin.

20 Mayıs 2012 Pazar

Tefekkür Denemeleri

Tefekkür hayatımda pek yer almayan bir amel idi. Halbuki eskiden beri "bir saat tefekkür'ün bir sene ibadetten hayırlı" olduğunu bilirdim.

Daha sonraları, tamamen Rabbimin lütfuyla bazı manalar açılmaya başladı, çevremde olup biten hadiselere ait olduğunu hissettiğim.

Bu manaların da Rahmani mi yoksa nefsani ya da şeytani mi olduğundan emin değilim ama not alınması gerektiği kanaatine vardım.

Ne var ki, tuttuğum notları her zaman yanımda taşıyabilecek ya da koyduğu yeri hatırlayabilecek ölçüde düzenli bir insan değilim.

O yüzden bununla ilgili bir blog başlatmanın yararlı olacağını düşündüm. Hem sağda solda not aramak zorunda kalmam, hem de başkaları okuyup hata bulurlarsa düzeltebilirler, hatta biraz daha iyimser bir bakışla, belki istifade ederler diye.

O yüzden böyle çevremde okuyup, görüp, duyup, yaşadıklarımdan tefekkür potasında eritebildiklerimi burada paylaşacağım inşaallah.
Allah için yorumlarınız olursa paylaşmanızı rica ediyorum.

Bismillah...