21 Mayıs 2012 Pazartesi

İkinci Şua Üçüncü Meyve: İlahi Defineler ve Kainatın Hazineleri

İlahi Defineler ve Kainatın Hazineleri
İnsanın en kıymetdar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhid ile olsa, o  akıl,  hem  İlahî  kudsî  defineleri,  hem  kâinatın  binler  hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur.
 

Yukarıdaki ifadeyi ilk okuduğumda "elbette" deyip geçtim. "Elbette akıl İlahi kudsi defineleri ve kainatın binlerce hazinelerini açardı". Sonra aklıma takıldı, gerçekten neydi sırr-ı tevhid ile aydınlanan aklın açtığı bu hazineler? Düşündüm ama uzun süre bir şey bulamadım. Men talebe ve cedde vecede; isteyip ciddiyet gösterenler ancak aradıklarını bulurlardı.
Sonra düşünmeyi bırakmamak gerektiğine kani olup, Rabbimden bu manaları bana açmasını talep ettim. Böyle yaptım falan derken de kendimi anlatmış olmaktan endişe ediyorum. Sadece hem olayın nasıl geliştiğini hikaye edeyim, hem de eğer doğru şeyi yapmışsam, örnek olsun diye söylüyorum.
Her neyse, doğrusunu elbette Rabbim bilir, ancak benim aklıma gelen ilahi defineler ve kainattaki hazineler şöyle oldu:
Sanatlılık: Kainattaki her bir şey olağanüstü sanatlı olarak yaratılmıştır. Her gün görüp alışkanlık belasıyla fark etmediğimiz yaratılıştaki sanat, gizli değilmiş gibi görünen ancak araştırıldıkça, dikkat edildikçe artan derinlik ve yoğunlukta bizi hayrete çevirmesi gereken bir ilahi define ve kevni (kainata yerleştirilmiş) bir hazinedir.
Sanatlılığın örneklerini herhalde saymakla bitiremeyiz. Benim gibi sanat deyince resim, müzik ve sunumdan başka pek de bir şey anlamayan birinin bile gözünden kaçmayan bazı misalleri paylaşayım.
Örneğin, altın oran. Kainatın her yerinde kodlanmış olduğu görünen bu oran, hemen herkesin ortak kanaatiyle, uyum açısından en doğru değerleri verir. Bu yönüyle kevni bir hazine olan altın oran, hemen her mevcutta kodlanmış olmasıyla, bütün mevcudatın Yaratıcısı'nın yegane bir zat olduğunu insaf sahibi gözlere göstermesiyle de bir ilahi definedir. Çünkü, eğer böyle bir kod, kainatın her yerinde aynı oranda mevcutsa, bunu kainatın her yerindeki yaratmaları yapan Zat'ın koyduğunu görmek gerekir. Bunu görmeyenler, ya tabiatın bu kadar mahir olduğunu sanıyorlar, yani dünyanın merkezindeki bir atomun, kainatın ta öbür ucundaki bir başka dev bir nebula ile sanki fikir birliği yapıp, bu orana sahip olmayı kararlaştırdıkları gibi bir zehaba kapılmışlar; ya da, "tesadüfe bak" deyip, tesadüf hesaplamalarının nasıl işlediğini hiç mi hiç düşünmeden, tesadüfe süper bir akıl yakıştırmış oluyorlar.

Başka bir örnek, renk mucizesi. Çevremizdeki varlıklara baktığımızda, hepsinin çeşitli renklerde yaratıldıklarını görür ve bunu zevkle müşahade ederiz. Her gün görmeye alışık olduğumuzdan, bunu hakmış gibi görürüz ancak şöyle bir tefekkür ettiğimizde, bırakın renklerdeki mucizeyi, renklerin kendisinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu görmemiz gerekir. Düşünsenize etrafınızdaki her şeyin renksiz olduğunu. Ne olurdu o zaman? Ya her şey siyah, gri veya beyaz olacakti (ışığın durumuna göre - ki bunların da renk olduğunu kabul ediyorsanız o zaman iş iyice sarpa sarar), ya da her şey şeffaf olacak, ve bir şeye baktığımızda başka bir şeyi de görecek, neye baktığımızla neyi gördüğümüzü anlayamayacaktık. 
Ayrıca, renksiz bir dünyada yaşamak da çok zor olacaktı. Mesela elimizi bir yere uzattık; oradaki çıplak kablonun rengini, çıplak olmayan kablonun renginden ayırt edemezsek, bozulmuş gıdayla bozulmamış gıdayı seçemezsek, cildimizdeki kızarıklığı fark edemezsek, yaşamak acı çekmekten başka bir anlama gelmeyecekti.
Sonra, renksiz bir dünyada yaşamanın ne kadar sıkıcı olduğunu anlatmaya gerek var mı? Gökyüzünün mavisini, bembeyaz yağan kar tanelerini, kırmızı gülü, mor sümbülleri, eşinin ya da çocuğunun gözlerini zevkle seyreden biri, renksiz bir hayatı tarif de tahayyül de edemez.
Renklerle terapiyi, renklerin pazarlama ya da duyguları ifade aracı olarak kullanılmalarını, hatta renkli televizyonlar piyasaya ilk çıktığındaki heyecanı(!) anlatmaya gerek bile görmüyorum.
Demek ki eşyanın renklerle donatılması bir tercihtir ve bu tercihi yapan da eşya değil, onu Yaratandır. Renklerin bununla kalmayan genişlikteki güzellikleri de yine kevni birer hazine olduğu gibi, renklerin sayısız denebilecek sayıda tonda yaratılmış olması, her bir mevcuda giydirilen renklerin mükemmel uyum içinde olması, ve rengin, bir insan ihtiyacını gidermesi de bütün bunları yapan Zat'ı göstermesi açısından bir ilahi definedir. Çünkü, sonsuz sayıdaki rengi yaratmak için sonsuz bir ilim ve kudret gerekir, her bir rengi bilmeyen, o rengi yaratamaz; renklerin uyumu da böyledir. Hangi rengin hangi renkle eşleşince insanın gözüne güzel geldiğini, yalnızca hem renklerin hem de insanın Yaratıcısı olan Zat bilebilir. Yine ancak o Zat'tır ki, hem yarattığı insanın renk ihtiyacını bilsin, hem de o ihtiyacı giderecek renkleri yaratsın.

Herhalde bu konuda vereceğimiz örneklere bir son getiremeyiz. Başka birkaç örneği ayrıntıya girmeden sıralayalım:
Görüntülü araçlar (TV, kamera, vb.) görüntü aktarımında kullanılırlar. Bunların yapabildikleri şey, var olan bir şeyin görüntüsünü aktarmaktır. Ne var ki, bu araçların kaliteleri, gösterdikleri nesneyi gerçeğe uygun sunabilmeleriyle doğru orantılıdır. Yani bir televizyon gösterdiği yüzleri ne kadar gerçeğe yakın gösteriyorsa o kadar kaliteli addediliyor. Yani gösterdiği imaj Allah'ın (c.c) yarattığı varlığa ne kadar yakınsa o kadar kaliteli, gerçek sanatın ne kadarını aktarabiliyorsa o kadar gelişmiş sayılıyor.

Simetri ayrı bir örnek, ya da Kur'ani ifadeyle, bir ayet. İnsan yüzündeki, kelebeklerin kanatlarındaki, veya bir yapraktaki simetri, yalnızca bunları simetrik olarak yaratma iradesinin bir ürünü olabilir. İşin bu yönü İlahi bir define olduğu gibi, simetrinin sadece insan açısından vücudun doğru çalışması, daha kolay kontrol edilmesi ve daha iyi performans göstermesi gibi faydaları da kevni hazinelerden bazıları.

Ya da çok yüzeysel bir nazarla bakılsa da görülebilecek güzelliklerden, meyvelerin şekil ve renkleri, günbatımının verdiği huzur, bir kaplanın çizgilerindeki uyum, ve benzeri sanatlılıklar, tesadüf ya da tabiatın bu harikaları meydana getirmede yetersiz kaldığını ilan etmekle birlikte, onları yaratanın bütün güzelliklerin sahibi bir Zat olduğunu insaf sahibi bakışlara ispat ederler.
Yukarıda okyanuslardan bir molekül nispetinde verdiğimiz örneklerden yola çıkarak, inanmayanın inanmama hakkını teslim edip onu inanmamasıyla başbaşa bırakalım, inanan insan için bunun nasıl bir nimet olduğuna bakmaya çalışalım.
İnanan insan, sırr-ı tevhid ile, yani özetle, Allah'ın tek olduğunu, başka ortağı olmadığını, buna ihtiyacı da olmadığını idrak ile, kainattaki define ve hazinelerden sanatlılığı anlamaya başlamış olsun. Elbette bu insan, çevresindeki sanatlılığı hem temaşa, hem de zevk ederek hem de ondan istifade ederek dünya hayatında minik bir cennet yaşayacak, dünya hayatının Allah'ın güzel isimlerine ayine olma hususiyetlerini görüp gerçek cennetine de zikir, fikir ve şükür ile daha layık hale gelmeye çalışacak. Ancak bunun ötesinde, sırr-ı tevhid ile, bu kadar sanatlı yaratılan kainatın en güzel biçimde (ahsen-i takvim ile) yaratılanın kendisi olduğunu dolayısıyla Allah katındaki kıymetini anlayacak, kendisi için şu kısacık dünya hayatını ve şu ölümlü kainatı böylesine sanatlı yaratan Zat'ın elbette ebedi hayat için ve ebedi bir mekanda çok daha harika ve akıl almaz güzellikleri yaratacağına olan va'dini hatırlayacak ve ona imanını tazeleyecek, ve o Yüce Sanatkar'ın sanatını bu dünyada hayret ve hayranlıkla temaşa ederek rızasına nail olma yolunda koşturup duracak ve dünyevi başka hiçbir beğeninin kendisine bahşedemeyeceği bir tatmin hissiyle ömrünü biteviye coşkun duygularla bezeyecektir.

Rabbimizin bizleri bu duygularla coşturması temennimizle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder