25 Aralık 2012 Salı

Hizmet - Fert Münasebeti

Hizmet ile Fert Münasebeti

Hizmet insanın varlık gayelerinden. Peygamberlerin gönderiliş gayesi. Yani cihad. Günümüze bakan yönü itibariyle insanla Allah arasındaki engellerin kaldırılması. Herhangi bir hizmet yöntemi kasıt değil elbette. Allah rızasını tek hedef alan, yöntemleri Rahmani ve kitabi olan her çalışma hizmet.
http://frontview.files.wordpress.com/2012/07/society.jpg?w=1024&h=768Ancak cemaat halinde hizmette fertlerin durumu nasıl olacak? Fertler olmasa cemaat ilerler mi?
Üstad hazretleri buna çok güzel bir misalle cevap veriyor: Tatlı üzüm tanelerinin hasiyetleri kuru çubuklarında aranmaz diye.
Ben de bir hastalık münasebetiyle vücudumdaki kanı tefekkür etme imkanına nail oldum.
Evet, hizmetteki fertler vücuttaki kana benziyorlar dedim. Nasıl vücut kan ile çalışıyor, hizmet de fertlerle hareket ediyor. Nasıl ki kan vücuttan çıkınca pıhtılaşır, bozulur; bozulmaması için ya başka bir vücuda geçecek, ya da özel bir korumaya alınması gerekecek; aynen öyle de, fertler de hizmetten çıkınca bozuşur, çok faydalı bir halden iğrenilesi bir hale geçerler. Bozulmamaları için ya başka bir hizmet dairesine geçmeli ya da çok özel bir korumaya mazhar olmaları gerekir.
Vücuttan kan çıksa da vücut dışarıdan kan alabilir, hatta kendisi de kan üretebilir. Hizmet de yine başka ihlaslı fertler bulacak, yetiştirecek ve Allah'ın ömür verdiği müddetçe vazifesini devam ettirecektir.
Kan kendi başına pek bir anlam ifade etmez, fazla bir faydası da yoktur. Olsa olsa kan içen canavarlara gıda olur. Fertler de kendi başlarına çok bir mana ifade edemeyebilir ve faydaları da kısıtlı olur. Olsa olsa gayesi insanları yoldan çıkarmak olan şeytan ve avanesine yem olur.
Kan pislenir, vücut onu temizler. Fertler de hizmet vazifelerini yaparken manevi kirlenmeler yaşayabilirler. Hizmet fertleri temizleyecek yerdir.
Kan dış müdahaleler olmazsa kolay kolay vücuttan atılmaz. Hizmetten de insanlar menfilerin dış tesirleri olmadan fertler çıkarılmazlar.
Vücuttan kan dökmek ne kadar büyük suçsa, hizmetten adam çıkarmak, çıkmasına sebep olmak da suçtur.
Vücuttan kan çıkması abdesti bozar. Hizmetten fertlerin çıkması ise hizmetin motivasyonunu bozar.

Benim aklıma gelenlerden yazabildiklerim şimdilik bu kadar. Sizlerin de aklına gelenler varsa paylaşırsanız sevinirim.

4 Aralık 2012 Salı

Tirmizi İlahileri - Arapça İlahiler

Tirmizi İlahileri - Arapça İlahiler

80'lerin vazgeçilmezlerinden olan Tirmizi İlahileri. Bilenlere nostalji, yeni dinleyenlere zevk verecek diye ümid ediyorum.

Teemmel Fi Riyadil Ard

تأمل في رياض الأرض

الأرض وانظر

إلى آثار ما صنع المليكُ

عيون من لجين شاخصات

بأبصار هي الذهب السبيكُ

على قطب الزبرجد شاهدات

بأن الله ليس له شريكُ
 
 وإن محمد خيرا البرايا 
  
 إلى الثقلين أرسله المليك

21 Kasım 2012 Çarşamba

Bir Sanat Eseri Olarak Dünya - Earth as Art

Bir Sanat Eseri Olarak Dünya - Earth as Art

Time dergisinin web sitesinden, bir sanat eseri olarak dünya adlı fotoğraflar çok ilgimi çekti. Dünya'nın bir sanat eseri olmasından, sanatı yaratan Sani-i Zülcelal'e referans yapmamışlar ancak Bediüzzaman'ın kendini ziyarete gelen öğrencilere "muallimleri değil, onları dinleyiniz" dediği gibi, biz de 'fotoğrafçıyı değil, sanatı dinleyelim,' diyor, ortada bir sanat varsa bir de sanatçı vardır diye inanıyor, ve bu nefes kesen görsel şölenle sizi başbaşa bırakmak istiyoruz.

Aşağıdaki görüntüler, Landsat 7 adlı uydunun çektiği dünya fotoğraflarının üzerinde çok az oynanmış hali. Daha doğrusu bant kombinasyonları ve gölgeler optimize edilmiş sadece ve aşağıdaki görüntüler çıkmış.

Haydi tefekküre!

5 Kasım 2012 Pazartesi

Namazın Hikayesi

Namazın Hikayesi

Çocuklara namazı sevdirerek anlatabileceğiniz kurgusal bir hikaye.


(Hikayenin PDF hali aşağıdadır. Yüklemesi kısa bir zaman alabilir. İstediğiniz gibi indirebilir ve kullanabilirsiniz.)
Namazin Hikayesi 

11 Ekim 2012 Perşembe

Çocuklar İçin Uyku Duaları

Çocuklar İçin Uyku Duaları

Normalde Efendimiz (SAV)'in sünnetinde yatarken okunacak dualar mevcut ancak çocukların bunları anlayacak yaşa gelmesini beklemek gerektiğini düşünebilirsiniz. O zamana kadar bu duaları siz okurken çocuğunuza ne okutacağınızı düşünüyorsanız birkaç önerimiz var.

İşte çocuklarınıza yatmadan önce öğretebileceğiniz ve ne anlama geldiğini bilebilecekleri üç dua:

(1)
Yattım Allah kaldır beni
Nur içine daldır beni
Can bedenden çıkar ise 
İman ile gönder beni

Bu duadan sonra biz yatınca bizi kaldıranın Allah (c.c) olduğu, o kaldırmazsa ölümün küçük kardeşi olan uykudan uyanamayacağımız anlatılabilir. Ayrıca uykuda ya da başka bir zaman ölünce, bizim için en önemli olan konunun iman ile gitmek olduğu konusu çocuklara seviyelerine göre anlatılabilir.

(2)
Yattım sağıma
Döndüm soluma
Sığındım Sübhan'ıma
Melekler şahit olsun
Dinime imanıma

Bu duada yatakta sağa sola dönmenin Allah (c.c) tarafından yapıldığı ve bir rahmet olduğu anlatılabilir. Allah'ın Sübhan ismini de çocuklar öğrenmiş olurlar. Meleklerin şahit olması konusunda ise, normalde dine ve imana sadece Allah'ın şahit olmasının yeterli olacağı anlatılabilir ancak meleklerin şahit tutulması hem meleklere imanın tanıtılması/pekiştirilmesi adına, hem de meleklerin sevimliliği nazara verilerek çocuk algısına hitap edilebilir.

(3)
Yattımsa elhükmü lillah
Kalktımsa elhamdü lillah

Bu duada yattımsa elhükmü lillah derken, eğer kalkamaz yani ölürsem bu Allah'tandır (c.c) ve ben ona razıyım, çünkü hüküm onundur diyoruz. Kalktıysam da bana yeni bir güne başlamayı lufettiği için hamd ediyorum manasına elhamdü lillah diyoruz.

28 Eylül 2012 Cuma

Hocaefendi'nin Virdi

Fethullah Gülen Hocaefendi'ye ait olduğu rivayet edilen cami bir vird.

Estağfirullah el azîm. Yâ mâlikel mülkil kadîm. Salli ve sellim alâ seyyidinâ Muhammedivve alâ alihî ve sahbihî ecmaîn. Bi adedi ilmike vebi adedi ma'lûmâtike.

اَسْتَغْفِرُاللّهَ الْعَظِيمِ يَا مَالِكَ الْمُلْكِ الْقَدِيمِ صَلِّ وَسَلَّمْ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ بِعَدَدِ عِلْمِكَ وَبِعَدَدِ مَعْلُومَاتِكَ

Ey büyüklere büyüklük veren Azîm rabbimiz, sana istiğfarımızı sunuyor, bağışlanma diliyoruz. Sen bütün kainatın ezelden ebede sahibisin. Senin ilmin ve bildiklerin sayısınca salat ve selam Efendimiz Muhammed'e, âline ve tüm ashâbının üzerine olsun. 

Her veli zatın bir virdi olurmuş. Bu zatlar, kalblerine ilham olan duaları önce Kur'an ve sünnete uygunluk filtresinden geçirir, ondan sonra kelimelere döker ve bunları vird edinirler.

Bu virdin ben şahsi bir faydasını şöyle müşahade ettim: Sokağa, çarşı-pazara çıktığımda, gözüme her haram çarpışında  bu virdi okudum. Önceleri bakışlarımı değiştirmede gevşeklik göstersem de daha sonra Allah'ın izniyle daha sonra daha bir irademin güçlendiğini gördüm. Bakışlarımın kontrolünde yeniden zayıflama olan zamanlarda da okumaya devam ettim. Beni tutup iyi hale döndürdüğüne -Allah'ın izniyle- kani oldum.

(Daha muvafık bir çeviri gönderilirse memnuniyetle onu koyabilirim.)

21 Eylül 2012 Cuma

Layık

Layık

Bir adam sabahtan bir küfre yetse
Gör neler yazılır o cana layık 
Sol melek defteri tutup cem etse 
Sağ melek yalvarır durana layık 

Sağ melek der edin Hakka niyazı 
Bu halde insandan Hak olmaz razı 
Vakit geldi çattı sabah namazı 
Belki kılar döner Rahmana layık 

Sol melek der bu kul anlamaz laftan 
Sakındırmaz kendin havf ü hilaftan 
Şemis zuhur etti kala-ı Kaftan 
Destur ver yazayım nirana layık

Sağ melek der dünyada kaldı cüda 
Alemin matlubu hazreti hüda 
Vakit öğle olsun bu eyler eda 
Belki kılar döner Rahmana layık 

Sol melek der hayır yok gidişinde 
Ahreti unutmuş dünya işinde 
Azrail geziyor her dem peşinde 
Destur ver yazayım nirana layık 

Sağ melek der dünyada kaldım mezi 
Lütfeyle sözümü tut bazı bazı 
Hepsinden efdaldır ikindi farzı 
Belki kılar döner Rahmana layık 

Sol melek der bu kul korkmaz mevladan 
Sakınmaz kendini gamdan beladan 
Şemis pervaz etti uçtu semadan 
Destur ver yazayım nirana layık 

Sağ melek der nur-u şamdan yakalım 
Gel abdest al Misk-ü amber kokalım 
Kerem eyle akşam olsun bakalım 
Belki kılar döner Rahmana layık 

Sol melek der böyle olmaz adalet 
Kalbi gözü gönlü olmuş melanet 
Güneş battı cihan oldu zulemat 
Destur ver yazayım nirana layık 

Sağ melek der ey asi sana n’oldu 
Çağladı isyanın defterin doldu 
Kerem eyle yatsı namazı kaldı 
Belki kılar döner Rahmana layık 

Sol melek der kul güvenir çağa 
Musibetlik çökmüş göze kapağa 
Terketti namazı girdi yatağa 
Destur ver yazayım nirana layık 

Sağ melek der zalim böyle mi olsun 
Bunca emeklerim hiçe mi kalsın 
Yaz nidem Allahtan belasın bulsun 
Ol zaman yazılır nirana layık 

Dinleyin ağalar Sümman kelamı 
Hisse-i bend edip nasihat alan 
Kalpten sevap geçse çalar kalemi 
Sağ melek tapşurur Rahmana layik 

Aşık Sümmani Narman

Yağmurun Rabb'ine İtimad

Yağmurun Rabb'ine İtimad

Vaktin ve beldenin birinde Rezzak ismi kuraklıkla tecelli etmekte; günler, haftalar bir meleğin bir damlayı yeryüzüne taşımayışından suya hasret, rüzgara minnet geçmektedir.

Belde halkı toplanır, yağmur duasına çıkmak gerek; alperen "yanınıza sübyanlarınızı  takın da gelin, masumdur onlar, duanın kabulune vesiledirler" der. Herkes elinden tutabildiği yavrusunu, torununu-tosununu getiriverir.

Dua ederler, eller havada, başlar yerde, çocuklar koşuşmada. Herkes tek saf olmuş, beldenin mezrasında önde imam, arkada uzunca bir saf tutmuş amcalar, dedeler, gençler. Az geride kadınlar bekleşir, susuzluktan yarıkları derinleşmiş dudaklarında dualarıyla, kucaklarında bebeleri, bebelerinin dudaklarında emzikleri.

Daha geride yüce bir dağ, sanki gerisinde saklıyormuş gibi salıverir bir bulutu. Onu takip eder bir başka bulut, beyaz bulutu takip eder grisi sonra da fümesi. Gözler şaşkın, kafalar geriye döner, rüzgardan geriye dönmüş saçların ardından. Gözlerin bezginliği döner teyakkuza. Bus basınca, abus çehreler de döner tebessüme.

Sonra rahmet melekleri girişir işe, rahmet damlalarını taşırlar düşüşe. Şükür nidalarını duyulmaz kılar çocukların sedaları. Kaçmaz kimse yağmurdan, yağmur kaçar gök pamuklarından. 

Daçka yarıkları dolarken, toprağın yağmura sitemini suyu üstünde bekletmesine mukabil yağmur, gurbetin de vuslat gibi ilahi izinle olduğunu nasıl anlatacağını düşünedursun, evli evine, işli işine dönedurmuş; emirber nefer edasıyla gürül gürül inen katreler, çarpışmadan sonra şehadet şerbetini içmişçesine sükut sükut akarken, alperen de köşesinden, dönüp gelenleri sükut sükut seyreder. 

Bakışlarının odaklandığını, kaşlarının birbirine bakan uçlarının aşağıya kaydığını görenler, anlarlar ayaklarının bir yerde kaydığını. Yaklaşıp yaklaşmamakta kararsızdırlar zira yaklaşsalar alperenin oduyla yanacaklar, yaklaşmasalar ihtimal Sakar'ın oduyla yanacaklar. 'Burada yanan orada yanmaz' diyerek yaklaşırlar En Yakın'a yakın adama.

Alperen önce gelenleri süzer sonra da sözlerini. Tenbihlerinin kalplerini kırdığına şahit olmayan belde ahalisinin düşlerini de kırmamak ancak bir yanlışın da belini kırmaktır niyeti. Ne kadar isterdi, sessizliğin çığlığının duyulabilmesini, ama onu duymak da herkese nasip değildi. Gözlerini duvardaki kilimin en üst köşesindeki desene kilitleyip, nefsini temize çıkarmamaya azmedip, birkaç defa açıp kapattığı dudaklarını son bir hamleyle "Beni mazur görün" diyecek kadar konuşturabilir. Sessizliğin çığlıkları hala sürdüğünden midir, onları kimsenin duyamayışından mıdır, tekrar gücünü toplar ve "Belki de benim kem nazarım, herkese kendi zaviyemden bakmamdandır bilemiyorum" der. Cümlesini bağlayacaktır. Bir söz daha söyleyip meramını ifade edecektir. Zaten daha fazla gücü de kalmamıştır: "Neden hepiniz sırılsıklamsınız?" deyip başını aşağıya eğer.

Cümlesi biter bitmez, kulaklarını uğuldatan o çığlık yine başlamıştır, zira alçalan başlardan bir tek söz yükselmiyordur. Merak edip başını kaldırdığında, başka başların da merakla kalktığını görür. Sanki ne dediğini anlamamışlardır. "Yağmur yağınca ıslanılmaz mıdır? Ne demek oluyordur bu şimdi? Bizden keramet mi bekliyor, yoksa yağmurun yağmasına mı rızası yoktur?" diye içlerinden geçirdiklerini sonradan sonraya fark eder. 

İş yine başa düşmüş, kendi sözüne kendi şerh düşmesi gerekmiştir. "Bakın şu yavrucağızı görüyor musunuz?" diye eliyle işaret eder, elinde şemsiyesi bir sabiye. "Elindekini bırak, elini elime ver, o el öpülesi el." derken "Rabb'e itimadımız şu çocuğunki gibi olmalı değil mi? Dua sahibine itimadından yağmur duasına şemsiyeyle gitmek gerek. El açınca, ona rahmet kapısının açıldığını bilmek, 'estecib leküm' fermanını dermanımız bilmek gerek. Ondandır hayretim ıslaklığınıza. Ondandır şikayetim gafletimize. Ondandır."

http://www.herkul.org/index.php/sizden-gelenler/sizden-gelenlerr/9826-yagmurun-rabb-ine-itimad

14 Eylül 2012 Cuma

Kurban Bayramı Şiiri ve Şarkısı

Kurban Bayramı Şiiri ve Şarkısı

 
Çocuklarımızın kurban bayramıyla ilgili pek de fazla şarkı bilmediklerini göz önüne alarak, elimden geldiğince basit ve Kurban bayramının manasını ihtiva edecek bir şiir yazmaya çalıştım. Benim gibi birkaç kelimeyi zorlukla bir araya getiren birine göre bir şiir oldu ama güzel bir melodiyle bir çocuk şarkısına çevrilebilir.

Telif hakkı sadece dua ve olacaksa sevaba hissedarlık ümididir. Dua etmek kaydıyla serbestçe kullanabilirsiniz.

Kurban Bayramı

Kurban yaklaşmak demek
Kurban paylaşmak demek
Kurban sadece et değil
İnsana yardım et demek

İbrahim'den (AS) öğrendik
Neymiş itaat etmek
'Baba hazırım' derken
İsmail'e (AS) imrendik

Şanı yüce Nebi'ye (SAV)
Namaz ile birlikte
Emredildi bu kurban
Hem de tüm müminlere

Rabb'e takva yükselir
Tüm kurbanlar süslenir
Sırat denen köprüden
Kurban ile geçilir

Kurban olmak Allah'a (CC)
Şereftir her hayvana
Cennet bineği olur
Döner ömrü sonsuza

Rabb'im kurbanımızı
Kabul et duamızı
Yokluk yüzü gösterme
Ver nimetin devamlı

Karınca

11 Haziran 2012 Pazartesi

Risalelerin Sadeleştirilmesine Dair

Risaleler Sadeleştirilmeli Midir?

Yaklaşık yirmi, yirmi beş yıldır bu soru bir vesileyle sürekli karşıma çıkar. Her defasında da ciddi bir ikileme iter beni; sadeleştirip daha çok insana mı ulaştırmalı, yoksa olduğu gibi koruyup insanları mı onun seviyesine çıkarmalı? İkileme iter dedim, belki iterdi demeliyim, çünkü bu hususta kafamda artık bir kanaat oluştu. Kanaat, çünkü 'görüş'ten daha güçlü bir düşünce. Evet, ben Risale-i Nur'ların sadeleştirilmesi gerektiğine kaniyim ve bu konuda sağlam olduklarına inandığım dayanaklarım var.

Neden Sadeleştirilmeli?
Ama önce neden böyle bir ihtiyaç duyulduğunu anlamamız gerekiyor. Niçin Risaleler sadeleştirilmeli diye yakınılıp duruluyor? Neden bu soru Risalelerin tadına varmaya çalışan herkesin aklına gelen ilk şey oluyor? Kaç kişi şimdiye kadar Risalelerin içeriği konusunda çok müspet hatta müştak iken içeriği aktaran dili anlamadığından yakınmıştır? Hatta size sorayım: Siz Risaleleri ilk defa elinize aldığınızda bu sorunla karşılaşmadınız mı? Sonra siz neredeyse vaz geçecek ve daha anlaşılır eserlere yönelecektiniz de, abileriniz ya da ablalarınız "oku; anlarsın" diyerek ve kendi kredibilitelerini ve izah güçlerini kullanarak sizi vaz geçirmediler mi?

Risalelerin o görkemli manasının, günümüz nesli için, üstündeki en kalın kumaşlı libas, kullandığı dilidir bence. Tutkunlarına onu çok şık gösterse de yabancılarıyla arasındaki mesafeyi hala koruyor ve özellikle Türkiye'de, bu kadar PR'ı yapılan başka bir kitap olmamasına rağmen, herkese ulaşamıyor.

Ulaştığı kesim de, sayısı ne olursa olsun, bir nevi marjinalleşiyor ve belli bir 'alt kimliğe' ait olma durumunda kalıyor. Bu durum, o alt kimliği kabullenenler tarafından bir şeref vesilesi sayılsa da, o alt kimlikle ilgili aynı görüşü paylaşmayanlar için bir engel teşkil edebiliyor. Risalelerin doğal fonksiyonu bir alt kimlik oluşturmak olsa da, bu onun amaçlarından olmadığından, Risalelerin dili, amaçları açısından Risaleleri belli ölçüde güdükleştiriyor bile denilebilir.

Dolayısıyla, Risalelerin anlam kalitesini ve bütünlüğünü bozmadan, sadece anlaşılır kılma maksatlı sadeleştirme yapılması bir ihtiyaçtır. Risale-i Nur'un varlık gayesine bakılırsa da hayati ve imani bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı giderme konusu ise hem dile, hem dine, hem de Nurlara vakıf bir heyet tarafından yapılmalıdır diyebiliriz.

Risaleler Kur'anı Akıllara Yaklaştırıyor, Öyleyse Neden Risaleleri İnsanlara Yaklaştırmıyoruz?
Şimdi, Risale-i Nur'un ne olduğuna bakalım hep birlikte. Size 'Nurlar nedir?' desem ve tek kelimelik bir cevap vermenizi istesem ne derdiniz? 'Tefsir' dediğinizi duyar gibiyim. Elbette birçok tanım yapabilirsiniz ancak hadd-i zatında Risaleler tefsirdirler, ve Rabbimizin ayetlerini bize açıklamayı hedeflerler. Yani insanların hepsinin akıllarıyla veya hisleriyle, hatta latife, sır, hafa ve ahfalarıyla anlayamayacakları muhtemel Kur'an ayetlerini, kainat kitabının ayetlerini, ve Efendimiz (SAV)'in sünnetlerini onlara izah etmek, anlayacakları bir halde sunmak ve neticede onlara insanların ulaşmalarını temin etmek Risale-i Nurların en önemli hedeflerindendir. Madem varlık nedeni Kur'an'ın ve Rabbimizi bize gösteren diğer delillerin - ki bunlara bundan sonra genel anlamda ayetler diyeceğiz, anlaşılması olan Nurlar, bu ayetleri açıklıyor, demek ki Risaleler de açıklanabilir, anlaşılır hale getirilebilir, anlayamayan insanların anlayacağı hale sokulabilir. 

Hani muaraza olsun diye değil de, kullanmaya çalıştığımız kompozisyon türünün hakkını verme adına, zıt görüşlere de yer verme lüzumu hissediyorum. Bu bağlamda, sadeleştirmeye karşı olanların kullandıkları, "Risaleleri sadeleştirirsek avamın seviyesine indirmiş oluruz; doğrusu, insanları Nurların seviyesine çıkarmaktır" argümanını ele alacak olursak, bunun gerçekten de ideali ifade eden ve "keşke öyle olsa" dedirten bir argüman olduğunu görürüz. Gel gelelim, realite bunun sadece bir temenni olduğunu gösterir bizlere. Hatta, biraz daha ileri gideyim, bence biraz da çelişkili bir temennidir. Neden mi? Risaleleri açıklamayı, avamın seviyesine düşürme olarak görüyorsak, ayetleri izah etmeyi de seviye düşürme olarak görmemiz gerekir. Ayetleri açıklarken Risale-i Nurlar, onların seviyesini mi düşürmüş oluyorlar, yoksa onları daha anlaşılır kılıp insanları onlara cezb mi ediyorlar? Madem ikincisi, neden Risalelerin sadeleştirilmesini yanlış görüyoruz? Risaleler Kur'an'dan üstün değildirler ki, belki  Üstad'ın ifadeleriyle Kur'an güneşinin şualarının lem'alarıdır. Sadeleştirelim ki insanlar onu anlasın, ona yaklaşsın, onunla da Rabbimizin ayetlerine ulaşsın.

Risaleleri Risalelerle İzah Etmek Tek Yöntem Midir?
Risaleleri izah ihtiyacını kısıtlı bir kesim değil, sadeleştirilmesine karşı olanlar da görüyor olmalılar ki, izah etmeye gerek yoktur demiyorlar; risaleleri yine risalelerle izah etmek lazım diyorlar. Ben bunun çok üst düzey bir izah tarzı olduğunu düşünüyor ve kesinlikle bu tür bir açıklamayı, şahsi yorumlarla yapılmış izahlara tercih ediyorum. Ne var ki, evvela risaleyi risaleyle izah etme konusu sadeleştirmeyle doğrudan ilgili değil. Yani bazı meseleler kelimelerin tümünü bilenler için bile izah gerektirebilir. Ama mevzu açılmışken, buna da değinmek gerektiğini düşünüyorum.
Yine Kur'an-ı Kerim'den örnek vereceğim. Malumunuz Sahabe efendilerimiz de Kur'an-ı Kerim'deki bazı ayetlerin izahını Efendimiz (SAV)'den istiyordu. O da kimi zaman açıklamalarını başka ayetlerle yapıyordu. Şimdi, madem Kur'an ayetleri de başka Kur'an ayetleriyle açıklanabiliyor, o zaman neden Risaleler var? Madem Kur'an'ın anlaşılmasını hedefliyoruz, o zaman Kur'an'ı kendi içindeki ayetlerle açıklayalım. Bu olmaz diyor isek, Risalelere ihtiyaç var diyor isek, o zaman Risalelerin de açıklanmasına ihtiyaç var demeyi kabullenmemiz gerekir. Bunun kapsamına bildiğimiz izah da girer, zor kelimelerin sadeleştirilmesi de.

Oku! Anlarsın.
Bizleri Nurlarla tanıştıran abilerimiz ve ablalarımız bizlere "Oku! Anlarsın." diye telkinde bulundular. Çocukluğumda günde 50 sayfa okuduğumu hatırlıyorum. Ne ki, okuyup anladığım kısımlarla, izah dinleyip anladığım kısımlar arasında miktar ve derinlik olarak büyük fark vardı.  Anlamadan okusak da ruhumuzun, latifelerimizin istifade edeceğini söylerlerdi ki bunun doğru olduğunu çok hissetmişimdir. Yine de  aklımın istifade ettiği zamanlarda da yani risalelerde nelerin söylendiğini anladığımda da ruhumun bundan hissedar olduğunu eklemem gerek. Yani neden sadece ruhumun istifadesiyle yetineyim? Hem aklım hem ruhum müstefid olsa daha iyi değil mi? Eğer sadece okuyup anlamadan, ruhumuzun istifadesiyle yetineceksek, Kur'an'ı da öyle yapsak yetmeli değil mi? Madem Kur'an'ın ruhumuza bahşettikleriyle yetinmeyip Nurları makul hatta gerekli görüyoruz, Nurları izah etmeyi, okunuşunu kolaylaştırmayı da gerekli görmeliyiz kanaatindeyim.

Benzetmelerde Kur'an'ı örnek olarak verişim, onun gücünden dolayıdır. Yani iman sahibi herkesin aynı kabullere sahip olmasından dolayı Kur'an'ı örnek verdim. Siz bu örneklere Hadis-i Şerifleri, diğer büyüklerin kitaplarını da ekleyip, aslında ne kadar da çok sadeleştirme, çevirme ve akıllara yaklaştırma yaptığımızı görebilirsiniz. Hatta, sadece Hadis-i Şeriflerin Türkçe meallerindeki değişime bakarsanız bile bunun nasıl bir ihtiyaç olduğu açık seçik belli olur.


Risalelerin Dili Gerçekten Ağır Mı?
Aslında Risaleler, kendi zamanına göre oldukça anlaşılır bir dille yazılmış. Bir baksanıza, Üstad'a yazılan mektuplardaki dile! Ne kelimeler, ne ifadeler kullanmışlar abiler. "Risale ne de kolaymış" diyesi geliyor insanın o mektupları okuyunca.
Ancak bu bile sadeleştirmenin gereğini göstermeye yeter durumlardan birisidir. Risale-i Nurların kendileri bile, telif edildiği zamanın insanlarına anlaşılır gelsin diye basit bir dille, bir kelimenin meali birçok yerde hemen ardından başka bir kelimeyle verilerek yazılmış.
Hatta bakıyoruz, birçok yerde Kur'an ayetlerinin ve hadislerin, hatta ve hatta bazı Farsça ibarelerin anlamları bile verilmemiş. Demek ki ihtiyaç duyulmamış. Okuyanların bunları anlayacağı varsayılmış. Bu seviyenin insanlarına hitap edecek bir seviye tutturulmuş; ama, basit dilden vaz geçilmemiş.
Peki, şimdi günümüzün insanına bakıyoruz, bir ayetin manasını içindeki kelimelerden aşağı yukarı çıkarabilecek kaç mektepli gösterebilirsiniz. "İnnemel a'malü binniyyat..." hadisini ilk defa duyan bir talebe sizce bu üç kelimeden 'amel' ve 'niyet'i çıkarımlayabilir mi?
Evet, Nurlar, yazıldıkları döneme göre son derece anlaşılır bille yazılmış ancak günümüz için bunu söylemek, insaf ehli için pek de mümkün olmasa gerek. Madem, ayetlerin, hadislerin tercümelerine ihtiyaç duymayacak seviyedeki bir topluma göre oldukça basit bir dille yazılmış Risaleler, öyleyse günümüzün anlayış seviyesine göre basit ve anlaşılır sayılabilecek bir dille yeniden ifade edilebilir. Allahu a'lem.


Sadeleştirilirse Mana Zayıflamaz Mı?
Her metin orijinalitesini kaybettikçe zayıflar. Bu doğru. Fakat eğer elinizdeki insanların imanlarını, dolayısıyla ebedi hayatlarını kurtaracağına inandığınız bir eserse, bu tür zayıflamaları göze almak durumunda kalabilirsiniz. Mesela, bir tıp kitabını düşünelim. Biz eğer insanlar sağlıklarını çok iyi koruyabilsinler diye, tıp kitaplarını oldukları gibi bıraktığınızda, birçok insanın onlardan uzak kaldıklarını görürsünüz. 
Ancak siz tutar, o kitapları insanların anlayacağı bir dilde sunarsanız, o zaman daha çok insanın sağlık bilgisine ulaşmasına vesile olmuş olursunuz.
Nasıl ki bunu yapmak, doktor yetiştirmemek anlamına gelmez, doktor olmak isteyenler için bilgiyi olması gerektiği kadar teorik ve terimsel tutarsınız, aynen öyle de Nurları sadeleştirmek de Nur Talebeleri yetiştirilmesin anlamına gelmez. Yine insanlar içinde onun o nurlu sayfalarına kendini kaptırıp bir pervane gibi dönenler çıkar ve onlar ihtisaslarını orijinal Nurlar üzerinden yaparlar.

Nasıl Sadeleştirilecek?

Elbette bazı kelimeler artık terimleşmiş ve bırakın sadeleştirmeyi, günümüz Türkçesi'nde karşılığı bile yok; bunlar aynıyla kullanılacaktır. Ancak bunu bütün Nur Külliyatı'na teşmil etmek, oradaki her kelimeye terimsellik yüklemek olacak, ve Risaleleri bir terimler indeksine çevirecektir.





Terimsel anlamı olan kelimeler aynıyla bırakılıp, diğer kelimelerden artık kullanımda olmayanları olanlarıyla değiştirmek ise daha çok insanın ona ulaşması anlamına gelecektir.  Yani, mesela, ihlas kelimesini tabi ki değiştiremezsiniz. Onun yerini bulacak başka bir kelime bulmak imkansıza yakındır. Ancak, mesela, nefer kelimesi yerine er desek ne olacak? Adese yerine dürbün ya da mercek desek acaba istifade azalır mı?


Zaten başlamış olan, ayet, hadis, vb. Arapça ifadeler ve Farsça ifadelerin Türkçe'sinin  verilmesi uygulamasına devam edilmeli. Ayrıca gramer olarak da modern gramere uymayan cümleler mevcut. Onları da güncellemek faydalı olabilir diye düşünüyorum. Her ne kadar çok öncelikli bir ihtiyaç olmasa da faydalı olacaktır böyle bir güncelleme.

Bütün bunlara ek olarak, bu sadeleştirme, işinin ehli, yani evvela Risale-i Nurlara vakıf, onları hem anlayan, hem de hayatına tatbik etmede hassas yaşayan, saniyen, Osmanlıca'ya vakıf, salisen modern Türkçe'ye son derece vakıf, onu doğru ve yerlice kullanabilen, maksatları sadece Allah rızası olan, dini mevzularda vukuf sahibi, bir kelimeyi sadeleştirirken, kırk defa düşünmesi gerektiğini müdrik zatlardan oluşan bir heyet tarafından, acele edilmeden, teeni ile yapılmalı; yaptıkları sadeleştirme de yine aynı kıratta bir heyet tarafından tasvip edilerek dikkatli nazarlara arz edilmelidir. Allahu a'lem bissavab.

Netice-i Kelam
Maksadımız, inşallah, Rabb'in rızasını kazanmaktır.  Ahir zamanın müceddidi Risale-i Nur'un her dimağa girip orada neşv-ü nema bulması, ve imana hakkalyakin ölçüsünde ulaşması dünyalar kadar mühim bir temennimizdir. Rabbim bizleri düşüncemizde samimi, amellerimizde halis, kusurlarımızı mağfiret eylesin.

22 Mayıs 2012 Salı

Vermeyi İstemeseydi, İstemeyi Vermezdi

Vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi ifadesi, Rabbim'in bize verdiği şeyleri hangi hikmetle vermiş olacağını düşünmeme kapı açmıştı.

Bir süre önce bu ifadeyi başka bir şekilde anladım. Şöyle ki, Rabbimiz bizden vermemizi istiyor, kendi yolunda. Biz de hem vermeye çalışıyor, hem de çevremizdekilere de vermelerini salıklıyoruz.

Böyle bir maksada matuf birkaç arkadaşla konuşurken, "istiyoruz vermiyorlar," ya da "istesek de vermez" gibi sözler duyunca aklıma bu vecize geldi. "Eğer vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi. Madem bize istemeyi vermiş, biz de isteyelim ki, insanlar da versinler" deyince, hepimizi şaşırtan bir tevriye ortaya çıkmış oldu. 

Demek ki sadece vermek değil, başkalarının da vermesine vesile olmaya çalışmak gerek. Yani Allah (c.c.) için istemek gerek. Çünkü vermeyi istemeseydi, istemeyi vermezdi. Madem istemeyi vermiş, biz de insanlardan isteyelim ki Rabbimiz de onlar vasıtasıyla versin.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

İkinci Şua Üçüncü Meyve: Gafleti Dağıtacak Bir İntibah-ı Ruhi

Gafleti Dağıtacak Bir İntibah-ı Ruhi
Bir zaman yüksek bir dağ başındaydım. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla, kabir tam mânâsıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fenâ ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü.

İkinci Şua'nın Üçüncü Meyve'sini okumaya devam ettiğimiz zamanlarda, teenni ile okuma sırrınca her meseleyi anlama gayreti içinde olmak gerektiği düşüncesi, bu gayrete Yüce Mevla'nın lutfettiği mana açılmaları ile daha da bir şevk bulmaya başlamıştı, lillahil hamd. Başlamıştı başlamasına ama, her bir kapalı mana için de teenninin ucunu kaçırmamak gerekiyordu. Yani her bir mesele ciddi bir düşünce cehdi gerektiriyordu.
İşte bu cehdi isteyen ifadelerden bir başkası, serlevha yapılan cümledeki, "gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhi" ifadesi idi. Yine birçok başka ifade gibi bu da üzerinden geçilegelen bir tümceydi ancak biraz dikkatle bakınca bu halin ne olduğunu anlamak gerektiği de hissediliyordu. Evet, Üstad Hazretlerinin kendi seviyesinde gaflet diye tanımladığı hali dağıtabilecek bir intibah-ı ruhi ne olabilirdi?
Öncelikle Üstad'ın gafleti ne olabilir sorusuna cevap arayalım. Gaflet, kelime manası itibarıyla uyku veya aymazlık demek. Istılah (terim) manası ise kulun Rabb'in emir ve yasaklarından uzaklaşıp, nefsin güdümüne girme gibi bir manaya geliyor. Üstad hazretlerine hüsn-ü zannımız bir yana, seksen küsür yıllık mübarek hayatının da şehadetiyle bizim gibi avamın gafleti olmayacağını düşünerek, bunun olsa olsa, biraz köşeye çekilip artık kendini inziva ile ibadet-ü taate salma, hayatın içinden biraz da olsa geriye adım atıp, şahsi kemalat ile meşgul olma düşüncesinin, Üstad'ın ufkunda geçici bir bulutlanma meydana getirmiş olabileceği kanaatine varıyoruz. Bizim gibiler için bir seviye atlama sayılabilecek bu tür bir düşünceyi, Bediüzzaman ayarındaki zevat kendileri için bir fikir kayması kabul etmiş ve kendilerini sıyırdıklarında hemen istiğfara girişmişlerdir.

Peki Üstad hazretleri bu 'gaflet'ten nasıl kurtuluyordu? Serlevha'daki ifadeden bunun evvelâ bir rabıta-i mevt merkezli bir tefekkür olabileceğini çıkarabiliriz. Zira Üstad, gafletini dağıtan intibah-ı ruhi vasıtasıyla kabir ve ölümle ilgili müşahadelerde bulunduğunu ifade ediyor. İhlas risalesinde de önemle belirttiği gibi rabıta-i mevt, yani ölüm hakikatinin sürekli hatırda tutlması haliyle yaşama ya da hayatı ölüm hakikatine göre düzenleme, ihlası kazandıracak sebeplerin başında geliyor. Bu da bid'at falan değil, doğrudan Efendimiz (SAV)'in nurlu beyanlarından alınmış bir yöntem. Dolayısıyla yorum bile değil; gerçeğin ta kendisi.

Akla gelen bir başka ihtimal de bahsi geçen gaflet dağıtıcının 'namaz tesbihatı' olabileceği yönünde. Üstad hazretleri, Emirdağ Lahikası başta olmak üzere eserlerinde Risale-i Nurun ekser hakikatlerinin namaz tesbihatı sırasında görünür olduğunu belirtiyor. Buna ek olarak namazIarın ardındaki "Sübhanallah", "Elhamdülillah" , "Allahu Ekber’in" de hikmetini nazara veren 9. Söz; sabah ve akşam namazındaki kelime-i tevhid'in okunması sırasında ilham olunan 20. mektupta; "elfü elfi salatin..." lerin bir meyvesi olan 28. Lem’a daki güzel bahis ve benzeri birçok risale tesbihatın önemini anlatıyor bizlere.

"Peki hangisi?" diye soranlara "Neden ikisi birden olmasın?" desek acaba haddi tecavüz sayılır mı? Biri birine engel değil aksine destek olan, birincisi hayatın her anında, ikincisi günde en az 5 defa gündemimizde olması gereken bu iki dinamiği herhalde hayatımızın her köşesine işlemek bizlerin de gafletten Allah'ın inayetiyle kurtulmamıza vesile olabilir diyebiliriz.

Elbette bunu derken, çevremizde gaflette olduğunu gördüğümüz (!) insanlara bunları dayatalım dememek gerekir. Başkasının gaflette olduğunu görmek su-i zannına girmeden, emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker vazifesi yapmak istiyorsak, bunun için uygun zaman, zemin ve yöntemi ayrıca düşünüp istişare etmek gerekir, ki bu yazının kapsamı dışında kalır.

Yazımızı bir namaz kaçırdığı için üzüntüsünü ancak nazmıyla ifade edebilen Sultan 3. Murad'ın şiiriyle bitirelim. Rabbimiz bizi gafletten muhafaza buyursun:

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır, inan.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dill-u dillerince tesbihe başlar
Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Semâvâtın kapuların açarlar.
Mü’minlere rahmet suyun saçarlar…
Seherde kalkana hülle biçerler.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Bu dünya fanidir sakın aldanma.
Mağrur olup tac-u tahta dayanma.
Yedi iklim benim deyu güvenme.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Benim, Murad kulun, suçumu affet.
Suçum bağışlayub günahım ref’ et.
Rasûl’ün sancağı dibinde haşret.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

İkinci Şua Üçüncü Meyve: İlahi Defineler ve Kainatın Hazineleri

İlahi Defineler ve Kainatın Hazineleri
İnsanın en kıymetdar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhid ile olsa, o  akıl,  hem  İlahî  kudsî  defineleri,  hem  kâinatın  binler  hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur.
 

Yukarıdaki ifadeyi ilk okuduğumda "elbette" deyip geçtim. "Elbette akıl İlahi kudsi defineleri ve kainatın binlerce hazinelerini açardı". Sonra aklıma takıldı, gerçekten neydi sırr-ı tevhid ile aydınlanan aklın açtığı bu hazineler? Düşündüm ama uzun süre bir şey bulamadım. Men talebe ve cedde vecede; isteyip ciddiyet gösterenler ancak aradıklarını bulurlardı.
Sonra düşünmeyi bırakmamak gerektiğine kani olup, Rabbimden bu manaları bana açmasını talep ettim. Böyle yaptım falan derken de kendimi anlatmış olmaktan endişe ediyorum. Sadece hem olayın nasıl geliştiğini hikaye edeyim, hem de eğer doğru şeyi yapmışsam, örnek olsun diye söylüyorum.
Her neyse, doğrusunu elbette Rabbim bilir, ancak benim aklıma gelen ilahi defineler ve kainattaki hazineler şöyle oldu:
Sanatlılık: Kainattaki her bir şey olağanüstü sanatlı olarak yaratılmıştır. Her gün görüp alışkanlık belasıyla fark etmediğimiz yaratılıştaki sanat, gizli değilmiş gibi görünen ancak araştırıldıkça, dikkat edildikçe artan derinlik ve yoğunlukta bizi hayrete çevirmesi gereken bir ilahi define ve kevni (kainata yerleştirilmiş) bir hazinedir.
Sanatlılığın örneklerini herhalde saymakla bitiremeyiz. Benim gibi sanat deyince resim, müzik ve sunumdan başka pek de bir şey anlamayan birinin bile gözünden kaçmayan bazı misalleri paylaşayım.
Örneğin, altın oran. Kainatın her yerinde kodlanmış olduğu görünen bu oran, hemen herkesin ortak kanaatiyle, uyum açısından en doğru değerleri verir. Bu yönüyle kevni bir hazine olan altın oran, hemen her mevcutta kodlanmış olmasıyla, bütün mevcudatın Yaratıcısı'nın yegane bir zat olduğunu insaf sahibi gözlere göstermesiyle de bir ilahi definedir. Çünkü, eğer böyle bir kod, kainatın her yerinde aynı oranda mevcutsa, bunu kainatın her yerindeki yaratmaları yapan Zat'ın koyduğunu görmek gerekir. Bunu görmeyenler, ya tabiatın bu kadar mahir olduğunu sanıyorlar, yani dünyanın merkezindeki bir atomun, kainatın ta öbür ucundaki bir başka dev bir nebula ile sanki fikir birliği yapıp, bu orana sahip olmayı kararlaştırdıkları gibi bir zehaba kapılmışlar; ya da, "tesadüfe bak" deyip, tesadüf hesaplamalarının nasıl işlediğini hiç mi hiç düşünmeden, tesadüfe süper bir akıl yakıştırmış oluyorlar.

Başka bir örnek, renk mucizesi. Çevremizdeki varlıklara baktığımızda, hepsinin çeşitli renklerde yaratıldıklarını görür ve bunu zevkle müşahade ederiz. Her gün görmeye alışık olduğumuzdan, bunu hakmış gibi görürüz ancak şöyle bir tefekkür ettiğimizde, bırakın renklerdeki mucizeyi, renklerin kendisinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu görmemiz gerekir. Düşünsenize etrafınızdaki her şeyin renksiz olduğunu. Ne olurdu o zaman? Ya her şey siyah, gri veya beyaz olacakti (ışığın durumuna göre - ki bunların da renk olduğunu kabul ediyorsanız o zaman iş iyice sarpa sarar), ya da her şey şeffaf olacak, ve bir şeye baktığımızda başka bir şeyi de görecek, neye baktığımızla neyi gördüğümüzü anlayamayacaktık. 
Ayrıca, renksiz bir dünyada yaşamak da çok zor olacaktı. Mesela elimizi bir yere uzattık; oradaki çıplak kablonun rengini, çıplak olmayan kablonun renginden ayırt edemezsek, bozulmuş gıdayla bozulmamış gıdayı seçemezsek, cildimizdeki kızarıklığı fark edemezsek, yaşamak acı çekmekten başka bir anlama gelmeyecekti.
Sonra, renksiz bir dünyada yaşamanın ne kadar sıkıcı olduğunu anlatmaya gerek var mı? Gökyüzünün mavisini, bembeyaz yağan kar tanelerini, kırmızı gülü, mor sümbülleri, eşinin ya da çocuğunun gözlerini zevkle seyreden biri, renksiz bir hayatı tarif de tahayyül de edemez.
Renklerle terapiyi, renklerin pazarlama ya da duyguları ifade aracı olarak kullanılmalarını, hatta renkli televizyonlar piyasaya ilk çıktığındaki heyecanı(!) anlatmaya gerek bile görmüyorum.
Demek ki eşyanın renklerle donatılması bir tercihtir ve bu tercihi yapan da eşya değil, onu Yaratandır. Renklerin bununla kalmayan genişlikteki güzellikleri de yine kevni birer hazine olduğu gibi, renklerin sayısız denebilecek sayıda tonda yaratılmış olması, her bir mevcuda giydirilen renklerin mükemmel uyum içinde olması, ve rengin, bir insan ihtiyacını gidermesi de bütün bunları yapan Zat'ı göstermesi açısından bir ilahi definedir. Çünkü, sonsuz sayıdaki rengi yaratmak için sonsuz bir ilim ve kudret gerekir, her bir rengi bilmeyen, o rengi yaratamaz; renklerin uyumu da böyledir. Hangi rengin hangi renkle eşleşince insanın gözüne güzel geldiğini, yalnızca hem renklerin hem de insanın Yaratıcısı olan Zat bilebilir. Yine ancak o Zat'tır ki, hem yarattığı insanın renk ihtiyacını bilsin, hem de o ihtiyacı giderecek renkleri yaratsın.

Herhalde bu konuda vereceğimiz örneklere bir son getiremeyiz. Başka birkaç örneği ayrıntıya girmeden sıralayalım:
Görüntülü araçlar (TV, kamera, vb.) görüntü aktarımında kullanılırlar. Bunların yapabildikleri şey, var olan bir şeyin görüntüsünü aktarmaktır. Ne var ki, bu araçların kaliteleri, gösterdikleri nesneyi gerçeğe uygun sunabilmeleriyle doğru orantılıdır. Yani bir televizyon gösterdiği yüzleri ne kadar gerçeğe yakın gösteriyorsa o kadar kaliteli addediliyor. Yani gösterdiği imaj Allah'ın (c.c) yarattığı varlığa ne kadar yakınsa o kadar kaliteli, gerçek sanatın ne kadarını aktarabiliyorsa o kadar gelişmiş sayılıyor.

Simetri ayrı bir örnek, ya da Kur'ani ifadeyle, bir ayet. İnsan yüzündeki, kelebeklerin kanatlarındaki, veya bir yapraktaki simetri, yalnızca bunları simetrik olarak yaratma iradesinin bir ürünü olabilir. İşin bu yönü İlahi bir define olduğu gibi, simetrinin sadece insan açısından vücudun doğru çalışması, daha kolay kontrol edilmesi ve daha iyi performans göstermesi gibi faydaları da kevni hazinelerden bazıları.

Ya da çok yüzeysel bir nazarla bakılsa da görülebilecek güzelliklerden, meyvelerin şekil ve renkleri, günbatımının verdiği huzur, bir kaplanın çizgilerindeki uyum, ve benzeri sanatlılıklar, tesadüf ya da tabiatın bu harikaları meydana getirmede yetersiz kaldığını ilan etmekle birlikte, onları yaratanın bütün güzelliklerin sahibi bir Zat olduğunu insaf sahibi bakışlara ispat ederler.
Yukarıda okyanuslardan bir molekül nispetinde verdiğimiz örneklerden yola çıkarak, inanmayanın inanmama hakkını teslim edip onu inanmamasıyla başbaşa bırakalım, inanan insan için bunun nasıl bir nimet olduğuna bakmaya çalışalım.
İnanan insan, sırr-ı tevhid ile, yani özetle, Allah'ın tek olduğunu, başka ortağı olmadığını, buna ihtiyacı da olmadığını idrak ile, kainattaki define ve hazinelerden sanatlılığı anlamaya başlamış olsun. Elbette bu insan, çevresindeki sanatlılığı hem temaşa, hem de zevk ederek hem de ondan istifade ederek dünya hayatında minik bir cennet yaşayacak, dünya hayatının Allah'ın güzel isimlerine ayine olma hususiyetlerini görüp gerçek cennetine de zikir, fikir ve şükür ile daha layık hale gelmeye çalışacak. Ancak bunun ötesinde, sırr-ı tevhid ile, bu kadar sanatlı yaratılan kainatın en güzel biçimde (ahsen-i takvim ile) yaratılanın kendisi olduğunu dolayısıyla Allah katındaki kıymetini anlayacak, kendisi için şu kısacık dünya hayatını ve şu ölümlü kainatı böylesine sanatlı yaratan Zat'ın elbette ebedi hayat için ve ebedi bir mekanda çok daha harika ve akıl almaz güzellikleri yaratacağına olan va'dini hatırlayacak ve ona imanını tazeleyecek, ve o Yüce Sanatkar'ın sanatını bu dünyada hayret ve hayranlıkla temaşa ederek rızasına nail olma yolunda koşturup duracak ve dünyevi başka hiçbir beğeninin kendisine bahşedemeyeceği bir tatmin hissiyle ömrünü biteviye coşkun duygularla bezeyecektir.

Rabbimizin bizleri bu duygularla coşturması temennimizle...

Attan İnene Kadar Kur'an'ı Hatmedenler

Okuduğum menkıbe kitaplarında bazı büyük zevatın, ki bunların içinde Hz. Osman'ın da olduğunu sanıyorum, attan inene kadar Kur'an-ı Kerim'i hatmettiklerini görmüştüm.

Bunun nasıl mümkün olacağıyla ilgili o zaman aşağıdaki iki ihtimal aklıma gelmişti:
  • Bast-ı Zaman: Bu zatlar, Allah'ın (c.c) izin vermesiyle, zamanda genişlik yaşamışlar; attan inme gibi kısa bir zaman onlar için Kur'an'ı hatmedecek kadar genişlemiş, onlar da hatmetmişler. Bast-ı zaman hadisesini rüyalardan biliyoruz, uzunca bir rüyayı birkaç saniyede görebiliyoruz. Demek ki bast-ı zaman diye bir şey var.
  • Burada kastedilen Kur'an'ı hatmetmiş kadar sevap kazanmaktır. Yasin'i 2 kere, İhlas suresini 3 kere, Nasr suresini 4 kere okuyanlara Kur'an'ı hatmetme sevabı verildiğine dair bilgiler var kaynaklarda. Bu da olabilirdi.

Ama nedense afakı düşünmekten enfüse geçememiştim. Yani o büyüklerin bunu nasıl yapmaya vakit bulduklarını düşünmekten, bunun benim için ne anlama gelmesi gerektiğini düşünmeye başlayamamıştım.


Geçenlerde kendimde oturtmasını Rabbim'den istediğim bir alışkanlığı kazanmaya çalışırken bu konu aklıma geldi. Rabbim'den bende namaz sonrası tesbihatları oturtmasını istiyordum. Şükürler olsun, ve inşallah istidrac değildir, Rabbim bana tesbihatların çoğunu yaptırıyor, ve tesbihat yapmanın aslında o kadar da zor olmadığını bana hissettiriyor. Şöyle ki, eskiden bir namazın tesbihatını yapmak için uzun bir zamana ihtiyacım olduğunu sanır, o kadar uzun zaman bulamayınca (ki bu çoğu zaman oluyordu) tüncina'yı okuyup namazdan ayrılırdım. Sonra baktım ki, acelem olan namazlarda, namazdan sonra mesela seccadeyi toplarken Ayet-el Kürsi'yi bitirivermişim. Ayakkabılarımı giyip çıkana kadar tesbihler yapılmış (hem de öyle Subhanallah derken sub sub değil yani), asansörden inene kadar dua yarılanmış, otobüse binene kadar tehliller, salevatlar, ism-i azam duası bitirilmiş oluyor. Dışarıdaki görüntülerin zihnimi çeldiği zamanlar ism-i azam duası otobüste bitmek durumunda oluyor ancak zararı yok. Ardınan aşr-i şerifi de okudum muydu benden iyisi olmuyor.


Rabbim'e hamd-ü senalar olsun, şimdi büyük kısmını, lafzi de olsa, yaptığım tesbihatların eksikliğini, eskiden, bağların kopuk olduğu şekline yorumluyordum. Şimdi ise en azından telaffuz düzeyinde de olsa yaptırılıyorum. Ve bu çok da fazla zaman almıyor.


İşte şimdi mezkur "attan inene kadar hatim" meselesi benim için daha anlamlı hale geldi. Şimdi ulaştığım sonuçlar ise şöyle:
  • Büyükler, tesbihatları adetleri olduğundan çabucak bitirebiliyorlar; benim gibi sifir bir insan bile tesbihatını yapabiliyorsa, onların hatmetmesi hayal değil. Ya da enfüsi bir nazarla, onlar yapabiliyorsa biz de kendi istidadımız ölçüsünde benzerini yapabiliriz.
  • Attan inerken tabiri mecaz olabilir. Yani insanın iş yapılacak vakit olmadığını düşündüğü zamanların iyi değerendirilebileceğini ifade eden bir mecaz olabilir. Attan inme sadece karakteristik bir benzetme ve bu gibi zamanları kullanarak hatim yapıyor olabilirler. Afaktan enfüse geçecek olursak, biz de zamanımız yok diyerek birçok vazifemizi geçiştiriyoruz. Demek ki biz de her boşluğu değerlendirebiliriz.
  • Tesbihatı ve/veya zikirleri aksatmaya bahane yok.
Rabbim bize zamanını iyi değerlendirme bilincini ihsan etsin.

20 Mayıs 2012 Pazar

Tefekkür Denemeleri

Tefekkür hayatımda pek yer almayan bir amel idi. Halbuki eskiden beri "bir saat tefekkür'ün bir sene ibadetten hayırlı" olduğunu bilirdim.

Daha sonraları, tamamen Rabbimin lütfuyla bazı manalar açılmaya başladı, çevremde olup biten hadiselere ait olduğunu hissettiğim.

Bu manaların da Rahmani mi yoksa nefsani ya da şeytani mi olduğundan emin değilim ama not alınması gerektiği kanaatine vardım.

Ne var ki, tuttuğum notları her zaman yanımda taşıyabilecek ya da koyduğu yeri hatırlayabilecek ölçüde düzenli bir insan değilim.

O yüzden bununla ilgili bir blog başlatmanın yararlı olacağını düşündüm. Hem sağda solda not aramak zorunda kalmam, hem de başkaları okuyup hata bulurlarsa düzeltebilirler, hatta biraz daha iyimser bir bakışla, belki istifade ederler diye.

O yüzden böyle çevremde okuyup, görüp, duyup, yaşadıklarımdan tefekkür potasında eritebildiklerimi burada paylaşacağım inşaallah.
Allah için yorumlarınız olursa paylaşmanızı rica ediyorum.

Bismillah...